Orhan Umut’un ‘Temas’ isimli kişisel resim sergisi 28 Kasım – 17 Aralık 2014 tarihleri arasında Galeri Soyut A ve B Salonlarında izleyicisi ile buluşuyor.

Sergi kataloğunu incelemek için tıklayınız.

İLGİLİ SANATÇILAR

ORHAN UMUT - 1972

Orhan Umut, 1972 yılında Diyarbakır'da doğmuş bir Türk ressamdır. Sanat eğitimi yolculuğuna 1997 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi Resim Bölümü’nden mezun olarak başlamıştır. Hem yerel hem ulusal birçok kurum ve kuruluşta eserleri sergilenmiş olan Umut, aynı zamanda müzelerde ve özel koleksiyonlarda da yer bulmuştur. Şu anda Gazi Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’nde yüksek lisans eğitimini sürdürmektedir. Sanat hayatına İstanbul'daki atölyesinde devam etmektedir.

Umut’un eserleri, ödüllü bir sanatçı olarak sanat camiasında dikkat çekmiştir. 2010 yılında Anadolu Üniversitesi'nin düzenlediği "Yunus Emre" Resim Yarışması'nda Başarı Ödülü'nü kazanmış, 2007’de 68. Devlet Resim Heykel Yarışması’nda Jüri Özel Ödülü’ne layık görülmüştür. İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin düzenlediği yarışmada ise üçüncülük ödülü almıştır. 2004 yılında 65. Devlet Resim Heykel Yarışması’nda bir Başarı Ödülü daha kazanmıştır. Ödüllerindeki bu çeşitlilik, sanatının geniş bir takdir topladığını göstermektedir.

Orhan Umut, eserlerinde özellikle kamusal alanların estetiği ve anlamı üzerine düşünsel bir derinlik getirmektedir. Umut, sosyal ve kültürel kimliklerin kamusal alandaki karşılaşmalarını ve bu alanların nasıl şekillendiğini sorgulayan eserler üretmektedir. Umut’un çalışmaları, bireysel kimliklerin topluluk içerisindeki dinamikleri nasıl etkilediğine dair bir geri bildirim mekanizması sunar. Bu temalar, onun işlerinin sadece sanatsal değil, aynı zamanda sosyopolitik bir içeriğe sahip olmasını sağlar.

Kariyerinde elliden fazla kişisel sergi açan sanatçı, eserlerinde modern toplumun ve şehirleşmenin getirdiği estetik ve felsefi soruları işlerken, kamusal alanların zaman içinde nasıl değiştiğini ve bu alanların insanlar için nasıl yeniden yorumlandığını inceliyor.

“Harfiyen hatırlayarak dünün bol vakitlerini”
Can DÜNDAR- Kırmızı Bisiklet

Kimi yerde hayatın boğumları, tıpkı akrebin kuyruğuna doğru zehrinin artmasına benzetilebilir. Figürler boyunlarına geçirdiği yağlı birer ilmiği hatırlatan boyun bağlarıyla soluk almakta zorlanıp can çekişen, kimi zaman çocukluğuna geri dönen ama hantal bedenleriyle ancak bir çite ya da duvara toslayarak bu sarsıntıyı yeniden yaşayan insanlar oluverirler. Daha acısı ise bunu bütün zehriyle hatırlayan insanlardır.

…Boş iskemlelerin bile ateşten bir kişiliğe, yangınlar geçirmiş eski bir bedestene büründüğü, huzursuz bir izlenim bıraktığı kadar karşımıza çıkanların günlük, rahat ve tuhaf giysileri içinde bizi huzursuz bir yolculuğa çıkaran çizgili pijamalar. Benzer yolculuklara çıktığımız tren rayları ya da ara istasyonlarda karşılaştığımız, sıradışı hayatlarına yüzlerine oturan tasalarla devam etmeye çalışan buruk/kırgın/çarpık gelişim süreçlerini tamamlamamış yarı mekanik taşıma araçlarıyla bir taşra dekoru içinde karşımıza çıkan siluetler. Takılıp kaldıkları fikirleri beden ve yüz ifadeleriyle anlatmaya çalışan, duygusal büyümeleri çocukluğun hüzünlü, doyurulmamış anılarıyla onarılmayı bekleyen bir bisiklet gibi bakan zoraki pantomim icrâcıları.

Anlatım araçları, tüm bu simge değerlerle yüklü imgeleri dile getirme araçları olarak hayal gücü ve okumamızın hizmetindedir. Açık/kapalı simgelerle görme-gösterme denklemini çözmeye çalışırken alışıldık yorumların dışında yabancılaşan yarı-modern resimlerle karşılaşılır. Sabah mahmurluğuyla, uykulu ama kalkmak zorunda gördüğümüz, öğlen ya da ikindi saatlerinde bu kez kıyafet değiştirerek ama onları her zaman değişmez yüz ifadelerinden kolayca tanıyacağımız bu insanlar, farklı kostümlerle sahneye çıkan, kendi rollerini kanıksamış oyuncuları çağrıştırırlar. Bunu yapmalarının nedenleri hayata sordukları anlam dolu sorularda gizlidir. İlgisiz, küçümsenmiş, horlanmış ve önemsiz görülen ya da tektip kişiler oldukları kadar birbirine benzemeyen yönleri ve yanları da öne çıkarılmıştır. Fondaki renksel anlatım, belki de, daha kolay tanımamız için başvurulan, farklı ışık diliyle sorulardır.

Göz bebeklerinin olmayışı, karanlık ve kasvetli dünyalarındaki arayışlarının bir sebebi gibidir. Bize sundukları ayaklarındaki renkli çoraplarla, her birinin bir yanlarının hala çocuk kaldığı, büyümedikleri, büyüme basamaklarından aşağıya doğru bir daha doğrulamayacak kadar tepe taklak yuvarlandıklarının bir ifadesidir. Eğlenirken de bizi hayatlarının tanığı yaparken de yanı başlarından aldırışsızca geçip giderken de aldırışsızlığımıza bakıp onların da bizimle eğlendiklerini görürüz.

…Işığa tutulduklarında farklı görünümlere bürünen bu insan manzaraları, neşeli ayaklarıyla belki de bu zıt duyguyu bize yaşatırlar. Eğlenceli bir animasyon ya da kaçırılmış bir randevu karşısında olduğumuzu hatırlattıkları kadar, zehirli bir durum karşısında olduğumuzu da bizi sersemleterek hatırlatırlar. İmkânsız çocukluğuna geri dönmeyi yasaklayan bu bahçede avlanmak, ilk defa görücüye çıkmış egzotik bir hayvanat bahçesi kadar ilgi çekicidir. Doğal ortamlarından koparıldıklarında hemen solan ve ayakta ölen bitki türleri gibi çabucak solan, bir yönleriyle küçük dünyalarında sıkıştırıldıkları çaresizlik içinde çeşitli hastalıklarla boğuşan bu yüzler, yadsınamaz çarpıcı bir gerçeklikle karşımıza çıkarlar. Tutkuların, sevinçlerin tükendiğini, her şeyin bittiğini hatırlatan kurmaca bir kargaşadan bizimle birebir örtüşen yaşadığımız kaosa geri sürüklerler.

İster istemez Flink Govart’ın çoban Rembrant’ı(1636) bizi sürüklediği kır ve sükûnet tinden Jondeaens Jakop’un ezgilerinden uzak günümüz toplumunca cereyan eden kesitlerle, Hendrick Terbrugghen’in ağzı açık, bize söylemek istediği kederli şarkılarının sözlerini Stendan’ ın çalgıcılarını, Anabella Carracci’nin kendi başına eğlenmesini bilmeyen yeniden müzisyenini hatırlarız.

…Basit hayatlarının ardında bir dip akıntısı gibi şaşırtıcı gelen şey; yaşadıkları sarsıntılı, tıraşsız, dağınık bir pazar gününün aylaklığı ve alışık olmadıkları bir tembelliğin ve can sıkıntısının işaretleri, renkler aracılığıyla üstümüze gelirler. Aynı zamanda altında yatan ıstırapları ve kederleri, çaresizlikleri akla getirir. İletişim kurdukları çevrede yine de yalnız ve yabancıdırlar.

Ahlaki açılımlar yönünden görsel imgeler, açık olduğu kadar bir başka tartışmayı da sahneye koyar. Değişmez içeriğin materyalleri olan kırık-dökük araçlar, birleştirilemeyen, aynı zamanda onarılmayı bekleyen, hava basmayı bekleyen, patlamış bir tekerleğin yavaş yavaş sönen sesini tıpkı sönen hayatlarla benzerlik kurarak ele verir.

…Fiziksel ve ruhsal olarak bölünmüş, parçalanmış, dünü eksik yaşamış; bugünüyse yaşayamayacak kadar bağımsız olmasını bilemeyen bireyler konumuna düşürülmüşlerdir.

…İçinde yaşadıkları ‘dar mekân’lar, çizgisel, figürel formların zenginliğini ele verdikleri için burukturlar. Göz kaymaları merkezkaç bir noktadan baktıkları halde bir başka olmazsa olmaz noktaya odaklanırlar. İlgilerinin yöneldiği araçları, hiçbir işlerine yaramadığı halde bir yük gibi taşımaya devam ederler omuzlarında. Bu alan hep tartışılmaya açık olacaktır.

…Figürlerin birbirlerini dinlerken, konuşurken ya da hareket halindeyken aynı zamanda birbirlerine hissizleşip ilgisizleştiklerini, gerilim ve tepki dolu olduklarını da anlamakta gecikmeyiz. Tekerrür edilen betimlemeler aynı yön levhasını gösterir. Şapkalar onları tamamlayan aksesuarlardan öte farklı anlamlar taşıyan sorular ve ışık yumağıdır. Akan makyajlar gerçek yüzlerini ortaya çıkararak kendilerini tamamlar.

…Sudaki kırılmalar gibi odaklanamadıkları hayatlarının birbirlerinden ödünç aldıkları giysilerle ortak paylaşım ve tüketim alanlarının neler olduğunu gözler önüne sererken sahne bütünlüğü içindeki yerleriyle bizi içlerine çekmeye çalışarak bizimde bu oyunun bir parçası olduğumuzu hatırlatırlar.

Aylak köpek ve aylak sahipleri arasındaki benzerlik klasik bakış açısı olarak varlığını sürdürmeye devam ettikçe resme duyulan sadakate bizimde ihtiyacımız olduğunu düşünürüz. 

Gökkuşağı renkleri aldatıcı bir şekilde karşımıza çıksa da ana renk, toprak rengi resmin rahmine doğru yolculuk ettiğimiz, ayaklarının bir türlü yere basmayı beceremediği portakal rengidir. Mavi, hep gökyüzünden bize bakmaz. Kırmızı, hep ateşi hatırlatmaz; içimizi yakan şeyleri de hatırlatır.

Alışıldık olanı kırmak, kendini ifade etmekte şeytani buluşlar, elbette önemlidir ama daha da önemlisi bunları gösterebilmektir.

Umut vadetmekten öte umutlarımızı vadederek (ren)kli giysilerimizi üstümüzden atarak kolay av olsalar da er geç doğalarına geri dönmeleri gerektiğini umutla söylerler.

Kötülük ocaklarında demir dövülmeye devam edilirken, mütevazı, daracık resim atölyelerinde kökboyaların sırrı, yeni karışımlara alışık olmayan yamaçlardan, bir türlü soğumayan yanardağ ağızlarından toplanmaya, sarsıntılar devam ettikçe sırlar çözülmeye devam edecektir.

Mehmet DENİZHAN

Haftanın Seçkisi

Yükleniyor...